Yol’u anlatmak onu anlamaktan daha zordur her zaman. Anlamlandırılan bir şeyden çok; kavranılan, deneyimlenen bir yaşam formudur. Belki de bu yüzden sanata yakındır. Çağın üzerinde bir yönetmen olan Kubrick, sanattan ve sinemadan bahsederken şöyle söylemiştir.
“Suçlulara ve sanatçılara karşı garip bir zaafım var. Her ikisi de hayatı olduğu gibi kabul etmiyor.”
Yolda olanlar veya hayatlarını geride bırakıp kendini sonsuz yola vuranlar da bir tarafta hayatı olduğu gibi kabul etmeyenlerdir. Düzenin dışına gitme isteğiyle yanıp tutuşanlardır. Peki yol’u nasıl sanata dönüştürürüz, bu deneyimi nasıl yansıtırız? Bence bir şeyler anlatılma kaygısı güdülmeden anlatılacaksa bunun en güzel yollarından biri sinemadır. Gerçekten gözlemlendiğinde sinema, edebiyatın üzerine çıkmış bir virüs gibi saldırıyor bütün duvarlara.
Uzun yıllardır doğru dürüst bir bilgisayarım olmadığı için çok fazla film izledim desem yalan olur. Ama yol filmleri için her zaman ayıracak özel bir zamanım vardır. Öz bir liste oluşturup, birikimimi insanlıkla paylaşmak istedim. Herhangi bir teknik sinema kaygısı gütmeden oluşturduğum bu liste, benim hayatımın yansılarından oluşur. Bu listede, size popülizmin sunduğu ucubeliklerden farklı bir şeyler göreceksiniz.
1- Yolda (2012)
Tamamen romantik bir sebeple en üste yerleştirdiğim ‘Yolda’; filminden ziyade kitabını başka bir şeye değişemeyeceğim deneysel başkaldırı güzellemesi. Bu konu hakkında başka bir yazıda uzun konuşacağım ama Jack Kerouac’ın Amerika’daki uzun otostop yolculuğunda deneyimlerini yazdığı kitaptan çekilen bu film kitaptan sonra beklenilen kadar güzel olmasa da izlenmeli. Felsefeye giriş için önemli. Beat Kuşağı’na da giriş niteliği taşır. Her ne kadar Google’a Türkçe “Yolda Filmi” yazdıktan sonra devam eden seçeneklerde “Yolda Filmi Sevişme Sahneleri” çıkması beni kendi insanlarım için üzülmeye yöneltse de, asla bunlara indirgenemeyecek kadar yüksek bir kafanın eseridir.
Jack Kerouac ve Neal Cassady’nin uzun yol deneyimini koklayın. Kitapta ve filmde karakterleri Sal Paradise ve Dean Moriarty sırasıyla işleyen Kerouac o müthiş rulosunda yazdığı kitabında ateşi on yıllar sürecek mumu ateşliyordu. Bu film üzerinde en az konuşacağım film olacak çünkü hiçbir şey anlatmak istemiyorum, siz izleyip görün veya en iyisi kitabı okuyun.
Kerouac’ın sözleriyle bitirelim.
“Benim ilgimi çeken insanlar deli olanlardır,yaşamak için deli olan, konuşmak için deli olan, her şeye aynı anda ihtiras duyan,hiç bir zaman esnemeyen ya da sıradan bir şey söylemeyen.”
“Neal Cassady’i düşünüyorum. Neal Cassady’i düşünüyorum.”
2- 127 Saat (2010)
127 Saat, hareket içinde bir yol deneyimini aktarmaktan ziyade duruma ve psikolojisine odaklanır. Tek mekan filmlerine yakın sayılabilir.
Başkarakter Aron Ralston’ın gerçek hayatta yaşadıklarını yazdığı “Between a Rock and a Hard Place”adlı kitaptan uyarlanma bir film. Ralston çılgın bir maceracı, tek başına kanyonlara, buzullara tırmanıyor. Bir gün bir kayanın onu sıkıştırmasıyla olduğu yerde kalıyor ve 127 saat boyunca kendini kurtarmaya çalışıyor.
İzlerken bir dağcının veya doğa insanının psikolojisini görüyorum filmde. Pes etmiyor. Ama her zaman zordur.
Filmi izlerken benim hissettiğim ölüm düşüncesinin yakınlığı ve ne kadar gerçek olduğuydu. Aron, orada hayatta kalıp kalmayacağı şüphesiyle saatleri geçirirken yapmak istediklerini ve neleri geride bıraktığını hatırlıyor.
127 Saat bana ertelememeyi ve hayatta kalma güdüsünün sağlamlığını öğretti. Sigur Ros müzikleriyle enfes bir yapıta dönüşüyor. Sigur Ros- Festival’ı mutlaka dinleyin.
3- Özgürlük Yolu (2007)
İlk sıralarda gözünüzün bunu aradığını, ısrarla sayfayı aşağıya kaydırıp bu ismi görmeye çalıştığınızı biliyorum. Into the Wild; bütün gezginler, aylaklar ve otostopçular için kült bir filmdir. Genelde izlenecek bir film sorulduğunda ilk önerilen, arkadaşlar bir araya geldiğinde üzerine şakalar yapılan ve yurt dışında iki otostopçunun konuşmaya başladıklarında ortak bir konuya dönüştüğü bir nevi efsanevi bir filmdir.
Benim hayatımda da çok önemli bir yere sahip olan bu film, farkındalık, cesaret, gerçek hayatın yakıcılığı ve sertliği konularında verdiği net mesajlarla benim üzerimde büyük bit etki bırakmıştır. Filmler veya romanlar; insanın kendi hayatındaki birikimlerini tamamlarlar veya farkında oldukları alanların çeperini genişletirler. Çoğu zaman bir şeylerin üzerine koyarlar ve isimlendiremediklerimizi bize geri verirler. Into the Wild bence çoğu insan için kendi hayatlarında,düşündüklerini ve yapmak istediklerini somutluğa döken bir yapıttır bu yüzden bu kadar sevilir. Sahiplenilir ve benzer şeyler yapmak istenir. Filmden bahsedeyim biraz.
Derin bir sosyolojik inceleme yapmayacağım, üzerine konuşacak sahnelerin ve olayların derinliğine inecek çok detay var. Ama anlatılmak istenenin doğruluğuna veya bir sanat eserinde doğru olup olmayacağına izleyenler karar vermeli.
Film yaşanmış bir hikayenin beyazperdeye dökümüdür. Cristopher Mcandless, üniversite için biriktirilen parasını bir yardım kuruluşuna bağışlar ve geri kalan parasını da yakarak yola çıkar. Alaska’ya ve doğanın kalbine doğru. Otostopla, yürüyerek, çiftliklerde çalışarak, kanoyla, trenlere kaçak binerek ilerler. Ailesini ve bütün hayatını geride bırakarak Alaska’da bulduğu eski bir minibüs “Magic Bus 142” ‘de yüz gün kalmayı başarıyor. En büyük tartışma konusu filmin sonuyla ilgili olmuştur ki beni de ilk izlediğimde -on sekiz yaşındaydım- hayal kırıklığına uğratmıştı ama sonra neden öyle bittiğini kavradım. Spoiler yok, merak etmeyin.
Sean Penn filmde sonuçlar ve olayların akış yönünden çok bence yolculuğun kendisine odaklanıyor. Mcandless’ın cesaretini ön plana çıkarıyor.
“Mutluluk sadece paylaşıldığında gerçektir.”
Filmdeki en güzel şeylerden biri şüphesiz Eddie Vedder’in şarkıları ve bestelediği müzikler.
Kült bir şarkı olarak “Society” bütün otostopçuların playlistinde mutlaka bulunur.
Filmi izledikten sonra oluşacak evi terk etme ve uzaklara gitme isteğiyle ilgili sorumluluk almadığımı belirtirim. Ama içinizdeki yola çıkma arzusunu asla ertelemeyin.
“İnsanı daha az seviyorum diyemem, ama doğayı daha fazla.”
Lord Byron
4- Gün Doğmadan (1995)
Before Sunrise; yol, hareket, özgürlük ve cesaretten daha çok hareket halindeki iki yolcunun yollarının kesişebilme olasılığını anlatıyor. Yolun her zaman vazgeçmek, terk etmek veya yalnızlığı övmekten ibaret olmayacağını anlatmak için bu filmi listeye koydum. Yol üzerindeki hareket, her zaman yeni olasılıklar doğurur. Normal eylemsiz hayatlarına devam etseler asla çarpışmayacak iki çanta çarpışabilir, asla birbirini görmeyecek iki göz kesişebilir. Her zaman filmdeki gibi bir aşk bulunmaz tabi ki ama muhteşem dostluklar kolayca kurulabilir. Birçok insan yoltepenlerin aşık olmalarının kolay olduklarını ve birini kolayca sevebileceklerini söylerler, yüksek enerjiyle hareket ettiklerinden. Bunun doğru olup olmadığını tam olarak bilemeyiz ama yolteperken yüksek bir enerjiyle mutlak özgürlüğü hissetmemiz bizi bir şeylere yaklaştırır her zaman.
Filmden bahsetmek gerekirse, bir tren yolculuğu sırasında karşılaşan Jesse ve Celine, yolculuk sırasında çok iyi anlaşırlar ve kendilerini derin bir sohbetin içinde bulurlar. Fakat Jesse trenden Viyana da inmek ve 1 gün sonrada uçağa binip Amerika’ya gitmek zorundadır. Jesse, Celine’e Viyana’da bir gün boyunca beraber geçirmeyi teklif eder, ertesi gün sabah ayrılacaklardır. Celine teklifi kabul eder ve 20’li yaşlarında bu iki yolcu Viyana sokaklarında konuşurlar, dolaşırlar, bir yerlere giderler ve birbirlerine aşık oluşlarına tanıklık ederiz.
Yalnız otostopçular veya sırtçantalı aylaklar bir araya geldiğinde ‘yolda aşık olma’ konusunda uzun uzun konuşuruz. Mümkünlüğü, gerçekliği ve uzantıları hakkında. Hareket halindeki iki yolcu, birbirine yakın gelebilir ve büyük bir samimiyeti paylaşabilir.
Sanırım bu benim en sevdiğim sahneydi. Bana Prag’da tanışıp bir gün geçirdiğim bir kadını hatırlatır.
Sırtçantalarımızla otobanda yalnızlığın damarlarını kokluyorsak, bir kasabada aşkın bizi karşılama ihtimali her zaman heyecan vericidir. Fakat yolu daha çok seven adamlar veya kadınlar; çoğu zaman aşk ve yol arasında kaldıklarında yolu seçerler.
Yol özgürlük, yol aşk, yol geride bırakma, yol olasılıkların kesişmesidir.
5- Çöldeki İzler (2014)
“Tracks” tamamiyle gerçek bir hikayeden filme çevrilmiş bir kareler bütünü. 1977 yılında 24 yaşındaki Robyn Davidson adında genç bir kadın, Batı Avusturalya’da Brisbane’den çölün ortasındaki Alice Springs’e gitmek ister. Bu yolu develerle geçmeye karar veren Robyn önce deve çiftliklerinde çalışır karşılığında deve alır. Bu aylar süren hazırlık süreci ona develeri anlamayı ve onlarla arkadaş olabilmeyi öğretir.
Tracks yola dair, sabrı ve hareketin eşsiz büyüsünü anlatıyor benim için. Çöl sihirlidir. Avustralya çöl deneyimi için sert ve güzel bir yer. Avustralya bütün doğasıyla ölümcül ama muhteşemdir.
Hikayenin başlarında Robyn’e bir çok kişi bunun tamamiyle çılgın bir yol olduğunu ve geri dönmesi gerektiğini söylüyor. Tabi ki kimseyi dinlemedi, eğer dinleseydi bu filmin hikayesi asla oluşmazdı. Ben bunları asla yazamazdım.
Dumbledore’un söylediği gibi “Bizi biz yapan yeteneklerimizden çok seçimlerimizdir.”
İnsanlarla fikirlerinizi ve yapmak istediklerinizi paylaştığınızda çoğunlukla bunun ne kadar zor olacağından ve imkansızlığından söz ederler. Böyle koşullarda sadece kendini dinlemek, bir insanın yapacağı en doğru harekettir belki de. Robyn kendi hikayesini yarattı. Yol her zaman bir hikaye bırakır. Bu cümleyi yazarken dünya haritasına bakıyorum ve benim için bir başka büyük hikaye arıyorum. Yol, Tracks’da olduğu gibi bir okyanusa doğru gidiş ama üzerindekileri bilmeden.
6- Dingin Savaşçı (2006)
Yol filmlerinden bahsederken yolun bazen, asfalt, tren rayları veya kıtaların üzerindeki uzun patikalardan farklı bir şeyleri anlatabileceğini de bilmeliyiz. Yol zamanın hareketi olarak da isimlendirilebilir. Süregelen eylemler bütünü de metaforik bir düzlemde yola dönüşebilir. Soyut güzellemeler yapmanın veya kişisel gelişim zırvalarından bahsetmenin peşinde değilim ama bu filme özel olarak dikkat çekmek istiyorum.
Tamamen gerçek bir hikayeye dayanan Dingin Savaşçı, Dan Millman’ın hayatından bir kesiti beyazperdeye dökmüş. Dan’ın jimnastik yaşamı, bir yarışmaya hazırlanışı ve bunun gerisini görürken akıl hocası Sokrates ile hayat hakkında uzun konuşmalarına tanık oluyorsunuz. Bu film sizi bir hareket formuna götürmeyecek ama yol ve yaşam farkındalığını sağlayacaktır. Filmden bir kesit bırakayım.
Nerdesin?
-Burada.
Saat kaç?
-Şimdi.
Nesin sen?
-Şu an.
Konu, yolun varılacak yer değil kendisi olduğuna vurgu yapsa da bunu klişe biçimde anlatmıyor. Güzel olan ve izlenmeye değer hale getiren de bu. Yolun heyecanı kadar gerektiğinde dinginliğini ve ayrık huzurunu anlatabilmek için bu filmi de listeye koymak istedim.
“Savaşçı sevdiği şeyi yarım bırakmaz, yaptığı şeyde sevgiyi bulur. savaşçı olmak mükemmellikle ilgili değildir, ya da zaferle; veya incitilemez olmakla;
O, incinmeye açık olmakla ilgilidir.
Gerçek cesaret budur.”
7-Tibet’te Yedi Yıl (1997)
“Tibet’te Yedi Yıl” Heinrich Harrer’in kendi yaşamını anlattığı kitaptan yola çıkılarak hazırlanmış. 1939 sonbaharında, ünlü Avusturyalı dağcı Heinrich Harrer ve arkadaşı Peter Aufschnaiter, Himalayalar’ın en yüksek tepelerinden birisi olan Nanga Parbat’a tırmanmak üzere yola koyuluyorlar. Hava şartları, çığ tehlikesi ve elverişli olmayan koşullar yüzünden zirve yapamadan aşağıya inmek zorunda kalan dağcılar, İngiliz askerleri tarafından esir alınırlar. Esir kampında yıllarını geçirdikten sonra bir gün kamptan kaçmayı başarırlar. Heinrich ve Peter Tibet’e ulaşır. Burada Tibetlilerin ruhani lideri Dalai Lama ile tanışırlar. Buraya gelene kadar dağlarda, açlıkla, soğukta ve bütün zor koşullarla nasıl yolculuk edildiğini güzel yansıtıyor film. Çok zorlu şartlarda insan sınırlarına ulaştığında, her zaman bir şeyler geri dönülemeyecek biçimde değişir.
Film boyunca yol deneyiminin ve yaşamın Heinrich’i nasıl değiştirdiğini görüyorum. Barış ve huzurun gösterişsiz haliyle ne kadar çekici olduğunu. Ve bunun insan davranışı üzerindeki etkisini.
Tabi filmi izlerken, yedi zirve yapma isteği yerleşiyor insana. Dağlar gizemli ve keşfedilmeye açık. Yolun Alman bir dağcıyı Tibet kabilesinin içine getirip Dalai Lama’yla tanıştırması da başka bir güzellik.
8- Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı (2013)
“Life!” dergisinin fotoğraf arşivinde çalışan ve kendine pek güveni olmayan Walter, derginin son sayısının peşinde koşarken beklenmedik bir maceranın içine düşer. Hayal dünyasında hoşlandığı iş arkadaşı Cheryl ile ilgili görüntüler oluşturur. Ama ona bir türlü bunları itiraf edemez. Derginin artık yalnızca internetten yayın yapacağını açıklaması herkesin işine son verileceğinin habercisi olduğundan. Eline geçen son fırsatı değerlendirmek ister. Son sayıya gidecek fotoğraf için çılgın hikayeler gelişir.
Filmden sonra İzlanda’ya gitmek için ilk fikirlerim oluşmuştu ve yaklaşık beş ay sonra Walter Mitty’nin geçtiği topraklardan geçtim. Grönland, İzlanda ve dahası için güzel bir ilham oluşturuyor. Hikayeyle birleşme duygusu yoğunca hissediliyor.
Bütün bu sekiz film; genelde yolda olduğumdan veya hep bir şeylerle meşgul olduğumdan dolayı çok fazla film izlemeye vaktim olmasa da bir şekilde vakit yaratıp izlediğim filmlerdi. Ama hepsi izledikten sonra bir kenara not ettiğim filmlerdi aynı zamanda. Sinema bir düşüncenin veya net bir eylemin muhteşem biçimlerde aktarılabilmesine imkan sağlıyor. Ben de bu sekiz filmi ortaya koyup hepsine uzaktan baktığımda, yoğun yol duygusunu görüyorum ve aydınlık bir şeyler seziyorum.
Bütün yol kavramını belki tam olarak anlatamam çünkü o ancak deneyimle mümkündür ama en azından bir fikir verebilirim diye düşünüyorum.
Mutlu seyirler, bol otoban.
© Doğuş Kökarttı