Polonya’da Sayıklamalar: Yol ve Kadın

| Yolda

5-11 Ocak 2016

Boğuk bir kaldırım, izsiz ve ince. Kar kalınlığı fazla değil, artık soğuğu hissetmiyorum. Uzun dondurucu günlerden sonra bu hava benim için bir çeşit bahar. Yürüdükçe yürüdüm. Polonya’da Varşova’dayım ama bir yandan Hindistan’da Avustralya’da, Kadıköy’de, Kanada’dayım. Aynı kaldırım, aynı adımlar, aynı aylak düşler.

“Yolda ne zamandır yalnızsın?” Bir polak kız sordu, aniden. Havadan sudan ve soğuk kıştan konuşuyorduk. Sorunun cevabını düşünmedim aslında. Cevapları aramayı yıllar önce bıraktım. Bir şeyin aranarak bulunabileceği düşüncesi samimiyetsiz geliyor ya da fazla iyimser.

Kızın yüzüne baktım. Gözlerinin içine.

“Yalnız değilim, yalnız hissetmiyorum. Her şeye bir şekilde bağlıyım, her yer benim topraklarım. Her yerde yerliyim ben. “

Güldü. “Ya kadınlar. Yola neden bir kadınla çıkmıyorsun, hala ona değecek birini bulamadın mı yoksa?”

Dudağımın sağ kenarını hafifçe yukarı kaldırarak belki de gülümsedim. Çünkü bu sorunun cevabı yok. Kadın. Kadınlar. Kadıköy sokaklarında ve gezegenin bütün otobanlarında öğrenmeye devam ettiğimiz kadınlar. Sorunun cevabı belki basitti belki değil, benim için varolan kadın tanımındaki kadınları bulmak kolay değil. Yalnızca gülüştük ve birbirimizi sonuna kadar anladık. Ama Schopenhauer olsa belki de bunun gerekli olup olmadığını sorgulardı, neyse ki oralarda değildi herif. Çünkü metafizik kelimesi bile ağzının ortasına yumruğumu indirmeme yeterdi.

Ayni kaldırım, aynı aylak düşler. Krakow’dayım. Gece. Şehrin ortasından geçen nehir donmuş. Yürüdükçe yürüyorum. Ben yürüyorum gezegen dönmeyi durduruyor.

“Ne yapmak isterdim biliyor musun Gosia, bu nehri yürüyerek geçmek isterdim. Kırılıp kırılmayacağını umursamıyorum. O kadar başıboş ve çılgın; buz. O kadar tekil ve keşfedilmeye açık. “

Bir kadının bakışlarıyla ilk buluştuğun an gibi, bütün olasıklara açık. O kadar kutsal ve bağımsız.

Batılı adam. “22 yaş. Her şeyin mümkün olduğu zamanlar.”

Bir kadın, yüzlerce içiçe geçmiş deliğin arasından uzayarak büyütüyor kendini başka bir kıtada. Belirsiz. Soluk. Yok.

Alkol, bendenlerini birleştirenler ve otoban.                                                                         Yol ve bir kadın arasında kaldığımda yolu seçiyorum.                                                             Dudaklar ve kuzey rüzgarları.                                                                                            Bir sırtçantasının anlatmaya çalıştıkları.

Çavdar Tarlasında Çocuklar burada olsun isterdim ve beraber okuldan atılalım isterdim o müthiş herifle. Adamımsın Holden. Sadece biraz uzaktayım. Her zaman daha uzağı vardır.

Dorian Gray diyordu bana, kitabın hala yarısındayım. Ukrayna’da o müthiş sınırdan geçiş deneyiminde bir arabanın içinde donarken tanımadığım heriflerin vodkaları ve dorian.

İnlemeler, yeraltından yükselen inlemeler. Islak, büyük ten kokusu. Neal, hala buradasın.

Otoban, şehir, kadın, orman. Ağzımdan çıktıkça nereye gideceği belli olmayan ses parçacıkları. Ellerimi hissetmiyorum. Uluma ve inleyişler arasında Polonya. Ellerimi hissetmiyorum. Sayıklamalar.

Neredeydi bu kahrolası doğa kadınları, yerli punklar, rastalarına karşılık hayatını satanlar. Çıplak ayaklarıyla yanımda dolaşan Woodstock otostopçuları. Ölülerden selam getirdim. Kadınlar soluk. Nerede doğa kadınları ve çıplaklıklarını kabullenenler. Kılıcımı getir Ontario. Atlarınızı bağlayın, geceyi burada geçireceğiz.

Tanrıça ölmüş olmalı. Son birayı içmeyecektim. Hayır seninle sevişmemeliyiz Doğu Almanya’nın buraya savurduğu kadın. Evine gidip resim yapmalısın ve bence unutmalısın.

Ahşap bir ev. Eski. Yatak. Hippiler buradan yıllar önce göç etmiş, dostum.

Eski bir kafedeydim, gece on iki bizden başka kimse yok. Şehrin tehlikeli bölgesi, kimse buralara uğramıyor. Zenci gibi. Ekspresso sipariş edersem, barmenin soyunacağını hissediyorum. Masaya doğru konuştum. Duvar kağıtlarının beni dinlemediği zamanlar.

“Kesinlikle kendimi yalnız hissetmiyorum. Konu kadınlarsa ve aşk üzerine manifestolardan konuşuyorsak; bir kadın benim hayatıma doğru gelirken otobanların üzerinde ya da bir kasabada karşılaşabiliriz. Bunun bir önemi yok. Kendi başıma iyiyim. Ve biliyor musun, bence hayatın içinde hareket etmek seni hayatında olması gereken insanlara doğru yaklaştırır. Asla durduğun yerde durma. Hareket etmezsen yaklaşmazsın da. Kadınlar gelirler ve giderler. Bir Hollandalı kadının dediği gibi, her zaman bir kadın vardır. Yaşayacağız ve aşık olacağız. Tapacağız ve siktir olup gideceğiz sonra.”

Tek özlediğim ses:

“Kadıköy, bu yöndeki son istasyondur.”

Geride benim için bir şey yok. Dönmek büyük kelime. Yanıyorum. Otobanla, bu siktiriboktan Balkan müziklerinin çaldığı barda. Yol ile yanıyorum. Gezegen burada. Ayaklarımın altında. Bütün kıtayı hissediyorum, yaşlı ve çıplak. Kendini saklamıyor, yaşayacağını yaşamış. Korkusu ya da çekindiği bir şey yok. Sergileniyor olgunluğuyla, yapraklarını keserek büyüyor ve bilgece kucaklıyor canlılığı.

İki şeridin viraja doğru kesişmesi, birleştikleri yerde iki göz. Rengi yok. Sadece duyuluyor. Bulmak, derin.

Poe gibi deliriyorum otostop çektiğim arabaların içinde mütevazice yaşarken. Tek farkı belki o bunları tamamiyle yazmayı seçti. Bazen bir arabayı durdurmak için, Edgar diye bağırıyorum tabi korkak herifler durmuyorlar. Korkak herifler, hiçbir şey için durmuyorlar. Para için kendilerini satmaya hazır, bir şelalenin anlattıklarını asla anlamayacak herifler.

Bir bar masasında bana bira ısmarlıyorlardı ben konuşuyordum. Yeni Zelandalı bir herife doğru.

“Sen ona yaşamak mı diyorsun. Kalorifer borularını izlemeden, bok sularına karışmadan ya da bir trene kaçak bindiğin için dayak yemeden yaşamak. Parasızlık, açlık veya soğuğu gördüm ben. Kuzey Yarımküre’nin içinde, güneyin ıslak sokaklarında. Ukrayna’da eksi yirmi beşte otobanda. Neredeyse kutuplarda sonsuz yalnızlıkta. Yoksul ülkelerin köylerindeki insanların yüzlerindeki fakirliği ve amaçsızlığı gördüm. Yeraltı. Sarhoşlar boyunca şehirler. Her yanda esrar kokusu, yan odadan gelen bağırışlar; tenlerin birbirine çarptığı yüce ses. Senin yaşamak dediğin dostum, birkaç nefes sadece. Dibi görerek ve en derini anlayıp, çukurda yüzmek; oradan yalnızca kendinle çıkabilmeyi görmedin. O çukurdan sonra öptüğün ilk kadın, dönümlerce kuruyu ağaçlandırmış kadar canlılık verir sana. Tüm hüclerinde yaşadığını hissetmek her hücre zarınin birbirine çarptığı senfoniler eşliğinde şefi oynamak gibidir.”

Uzun zamandır aşık değilim ya da uzun zamandır aşığım, bunu ayırt edecek yetide değildir insanoğlu.

Serserilik bizi canlı tutar. Yeraltı asıl katmanlarında yeraltıysa; az kadın, çok kadın, çok yol, dingin ve çılgınlığın aynı anda damarlara dolumunu izler. Zenciler hayatta.

Başka bir Polak kadın. “Bir kadın seni tamamlayabilir.”

“Bir kadın, birleşmek. Özlerin kaynaşması. Bir bavula bütün hayatımı sığdırdığım gibi, o bavulu paylaşabilirim de. Gerçek bir serseri onurludur. Kimseye boyun eğmez ve bir savaşçı gibi tüm cesaretini gerektiğinde ortaya koyar. Bu yüzden dışarıdan çok umursamaz görünüyorum. Yaşadığım bütün zorluklardan ve hayatın çukurlarına girip çıktıktan sonra, her şey bana fazla umursanıyor gibi gözüküyor.”

Robbin Williams aklıma geliyor, gece üç. Varşova’nın uzak mahalleleri. “Evlat” diyor bir yerlerden. “Kartları önüne sermelisin.”

Kilometrekarelerce ülkede, oradan oraya kayboluyorum.

Bob Dylan hala işediği duvarın altında uyuyor. Hayat her sokağın girişinde büyük tutkusunu gösteriyor. Her şey için heyecandan tutuşuyorum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir