27 Eylül 2016
Çölü develerle geçerken etrafıma bakıp şöyle düşündüm.
“Şu an Cezayir sınırındayım. Afrika’nın içinde epey ilerledim. Peki bütün hayatım beni nasıl buraya getirdi. Ben buraya nasıl geldim?”
Ne kadar uzun bir yoldu bu. Binlerce gün oradan oraya vururken her oynayan taş beni de oynatmış sonunda bir çölün ortasında bırakmıştı. Sonsuz bir kum yığını ve sessizlik. İnsan sessizliğin içinde başka bir dil buluyor, ses çıkarmadan konuşulan. Arkamdaki deve kafasıyla çantamı dürterken, benim bütün hayatım gözümün önünden geçiyordu, aslında hiç de fena değildi.
“İstediğin kadar saksağan vur vurabilirsen; ama unutma bülbülü öldürmek günahtır.”
Harper Lee bir romanında böyle söylemişti. Kaçımız bülbülü sağ bırakarak buraya kadar gelebildik, bilmiyorum. Peki saksağanları da bülbül kadar hayatta tutmak istiyorsak bunun için ne feda etmemiz gerekirdi?
O kadar çok şey fark etmeye başladım ki bazen omuzlarım ağrıyor, gözlerim kendini kapatıyor. Yaşam şelalesini üzerime boşaltıyor.
Kavrayış, canlılığın getirdiği bir güzellik.
Güzel ve çirkin. İyi ve kötü.
Birbirlerine ne kadar benziyorlar değil mi? Ne kadar karışmışlar. Ying ve Yang. Aslında oldukça ayrıdırlar, o kadar ayrıdırlar ki tamamen ayırabildiğinizde bir daha asla karıştırmazsınız. Güzel ve iyi o kadar parlaktır ki, bir bakan bir daha başka bir şeye bakamaz.
Bulunduğu yeri onlarca yıldır koruyan bir kaldırım taşının üzerinde beyaz sakalları ve saçlarıyla uzun yüzyıllardır orada bekleyen bir yaşlı adam oturuyor. Mısır tanrılarının ne anlattığını veya orman perisi Eko’nun söylediklerini düşünmüyor. Ben ona bakarken ölümlüğümü hissediyorum. Yaşamı ve devinimi hissediyorum. O bir şey hissetmeyi yıllar önce bırakmış. Fakat mutlu. Mutluluk her şeyi yanlışlayabilir, geneli haksızlaştırabilir. Oradan kalkmayı hiç düşünmedi bile. Yüzyıllardır orada oturuyor.
“İzimizi buldular.”
– Neal de böyle isterdi.
“Peki doğruyu nasıl buluruz.
-Ters yönde giderek.
Bir tozun nereye gittiğini merak ettin mi hiç? Küçük, görünmez bazen ışıkta ortaya çıkan varlık. Hiçbirimiz bir tozdan değerli değiliz, ama sen ona yine de sor. Bazen onun anlatacak daha çok şeyi vardır.
Kerouac bir romanında şöyle diyordu.
“Öylece ölüp gidemeyiz. İnsanın en azından şarap ve şiire ihtiyacı var. ” Aynı Kerouac ölümüne yakın şöyle diyecekti. Nevrotikti.
“İnsanlar benim hala yirmi beş yaşında olduğumu ve otostop çektiğimi sanıyorlar ama ben kırkımdayım, ölüyorum. ”
Bütün bunları yazınca birden keyiflendim. Bir nedeni yok. Bu yüzden gerçek. Deliliğin gerçek olduğu gibi.
Uzun zamandır, kendi kafamın içinden çıkabildikçe bir kadını özlüyorum. Aslında uzun zamandır da kimseyi böyle özlemiyordum. Galeano benim ağzımdan ona şöyle diyor.
“Uyku tutmuyor. Göz kapaklarımın arasına sıkışmış bir kadın var. Çık oradan, derdim ona diyebilseydim. Neylersiniz ki boğazıma da bir kadın kaçmış.”
Ona bu gece Bach çalıp Sheakspeare okumak isterdim. Çünkü yaşamı bir güzellikle başka türlü nasıl kutlayabiliriz. Ve yağmur sokaklara girdiğinde de Brautigan gelir. Anlatmaya başlamadan benim ağzımdan şöyle derdi.
“O kadar güzelsin ki, yağmur başladı.”
Kağıda düşen bir damlanın genişlemesi gibi ruhlarımız birbirinin içine düştükçe genişlesin.
Gerçek ve gerçek olmayanı ayıralım. Mesela bulutlar kendini aşağıya bırakırken yaklaşan çığlıklar kadar gerçektir aşk.
Burada güzelliklere ara verip insanoğlunun küçüklüğünden ve zayıflığından bahsedeceğim biraz. Küçüldükçe küçülmeye devam ediyor. Reich bunu uzun uzun anlatmıştı. “İnsanın sefaleti senin her küçük kötülüğünde gün ışığına çıkıyor.”
İngilizce dersi vermeye başladım hatırlarsınız. Bu süreçte bir kez daha gördüm ki hastalıklı toplumların insanları uzak durana, samimiyet gösterenden daha çok saygı duyuyor. Ama ben hastalıklı toplumlara hiç saygı duymuyorum. Burada ne yazık ki -ne yazık ki- kendime çeki düzen veriyorum çünkü Millman araya giriyor.
“Sevmeye en çok ihtiyacımız olanlar, sevmekte en çok zorlandıklarımızdır.”
Büyük bir adam olabilmenin ilk koşulu insanı sadece insan olduğu için, onun da senin gibi hücre zarına, epitel dokusuna, bir kulağa ve ayak baş parmağına sahip olduğu için sevebilmektir. Fark yok. Farklı düşünüp farklı davrananlar bir aldanışı ve yanılgıyı yaşarlar. Ona gerçek diyemeyiz.
Büyüklenmek. Ne kadar çok onaylanmak istiyorlar. Yaptıkları, göründükleri, söyledikleri onaylansın istiyorlar. Evet insanları öylece sevmemiz lazım ama bunlar yanlış.
Fotoğraflar, moda, insanların kendilerini meslekleriyle tanıtması, sahip olunanların gösterilmesi, politika, sosyal medyanın gösteriş çöplüğü daha bir sürü şey ne kadar büyük bir ilüzyon. Karanlık.
Bizim gibiler; sadece bir sırtçantasıyla yaşayanlar ve hayatlarında maddi hiçbir şeye sahip olmayanlar, toplumu ve söylenenleri dinlemeyenler, ailelerinden onlara bir çekmece bile kalmayanlar sadece yaşamlarını anlatabilirler. Ama göstermek için değil paylaşmak için. Sadece daha derine gidebilirler. Orada ne olduğuna bakabilirler. Korkmadan. Övünmek cesaretsizliktir. Onaylanma isteği, benliksiz olmaktır.
Bazen hafıza bir lanettir. Bir lanet bazen bir kutsanmışlıktır. Bazen bütün kutsanışlar gridir.
Yazdığım şu paragrafla bitireyim.
Işık, gölgeyi, gölge maddenin yerini belirler. Canlılık veya cansızlık farklılığını yitirir. Yere yatan bir adamın ve bir cesedin gölgesi aynıdır. İkisini farklı kılan yatan adamın onu hareket ettirebilecek olmasıdır. Yaşam da böyledir. Cesetten farklı olduğunu anlayanlar, yaşamlarının dünyaya bıraktığı gölgeyi hareket ettirebilirler. Bütün kırılmalar aynı yerde birleşir. Bütün yansımalar ise uzayın sonunda kaynaşırlar. Hiçbir şeyin sonu yoktur. Sonu varmış gibi görünenlerin bile.