11-12 Ocak 2017
“Yaşlandığımız için oyun oynamayı bırakmayız. Oyun oynamayı bıraktığımız için yaşlanırız.” George Shaw böyle söyledi. Onun haklılığını; kırmızı, çamurlanmış bisikletim ağaçların arasında hızla yolunu ararken anladım. Pedalları çeviriyordum, çeviriyordum. Her şey güzelleşiyordu. Ben tekrar dokuz yaşına geri dönüyordum ve ellerimi bırakıp bayırdan aşağıya neşeli çığlıklar atarak iniyordum. Kusursuzdu. Yaşam bütün kusurları ve gerçekliğiyle, kusursuzdu.
Kumsala geldim. Kimse yok. Metrelerce boşluk ve dalga sesi. Hafif bir tuz kokusu etrafımda dolaşıyor. Bisikleti dik durur biçimde bıraktım, taşlara oturdum. İzledim. Zamanı izledim. Kokusunu, rengini ve gerçekliğini izledim. Yerden bir taş alıp, fırlattım. Yerini değiştirdiğim maddeyle birlikte bütün dünya artık farklı bir yerdi. Yeniden her şeyi değiştirmiştim. Sonra attıığım taşın benden oldukça uzun yaşayacağını fark ettim. Huzurluydu. Bütün Yunan ruhları, güneş kendini söndürürken benimleydi.
Olimpos’u kaldığım bungalov evi, kedi Momo’yu ve ismini verdiğim kedi Aslan’ı, buradaki sade yaşamı ve yıldızları yakında terk edeceğim. Ayrılmak çoğu zaman hadsiz bir biçimde alıştığımı söylediğim bir şeyse de hissettikçe zorlaşıyor. Güneş uzandığım hamakta yüzümü ısıtıyor, ocak ayında ısınan yüzümü okşuyorum.
İnsan kendi içinde ne kadar derine inebilir? Orada ne var? Bütün katmanlar kalktığında hep yeni katmanlar mı gelir? Cevabı bilmiyorum, yalnızca bazen çok yoğunlaşıyorum sonra sıvıya dönüşerek akıyorum.
Kendinden çok emin insanlardan korkuyorum. Artık yalnızca kendime doğru anlatmak istiyorum. İnsan ürünü kaygıları toprağa gömerek üzerlerine basıyorum. Yoldayım. Hala. Yıllar sonra bile. Asla bitmeyecek. Belki bu sözlerimi çiğneyeceğim belki de tam olarak bunların izinden gideceğim. Neler olacağını bilmiyorum ama yola ilk çıktığımda ne kadar delirmişsem hala o kadar delirmiş bir haldeyim. Hareket beni içine alıyor. Yıllarca aynı şeyi yapamam. Parayı umursamıyorum. Ben gerçekleri istiyorum. Ve ilüzyon olmayan bir yaşamda, gerçek biçimde acıyı, sevgiyi ve gidilebilecek neresi varsa orayı hissetmek istiyorum.
Kelimeleri neden sayarlar? Ne kadar çok şey anlattığımızı anlamak için mi? Bu bir yanılgı.
Kasabanı kahvesinde kasabalılarla oturuyoruz. Cavit Baba dedikleri bir adam var. Elinde bir bira, sobaya yaklamış ayaklarındaki eski bez ayakkabıları kaldırarak daha da yaklaşıyor.
“Mersin’de bir köyde doğdum ben. Yıllar sonra buraya geldim. Taş ustasıyım.” diye giriyor konuya sonra biradan bir yudum alıyor. “On üç yaşından beri içiyorum bunu. Yıllar önce İsrail’e gittim. Gizli yerlerde çalıştım. Bu da kartım.” İbranice yazılar yazan bir şey gösteriyor bana ama hiçbir şey anlamıyorum.
“Sigara zararlı, ama bu şişeyi ölene kadar içeceğim.”
Büyük bir dolunay var. Bugün beni uğurluyor. Uluyorum, içimden, dışımdan neyim varsa hepsiyle uluyorum. Yaşamı kutlamak istiyorum bugün. Yaşlarımı kutluyorum. Ay’ın bana doğru bıraktığı enerjiyle dolduruyorum kendimi.
*
Boş bu eski Tanrıların sahiline bisikletimle gidiyorum, eski nehrin üzerinden ıslanmamaya çalışarak atlıyorum. Güneş sahilin yarısında batmış hızla terk ediyor. Bütün dalgalar şen. Bütün düşünceler mavi. Tekrar uyanıyorum. Bir anlaşma yapıyorum bütün denizle ve karşıda küçük bir fareye benzettiğim dev dağ ile. Anlatıyorum, konuşuyoruz gittikçe derinden ve bir söz veriyorum. Bisiklete atlıyorum, son kez geri dönüyorum büyük kasabanın içinden. Hareketin oluşturduğu rüzgar saçlarımı geriye atıyor, enseme çarpan saçlar yanaklarımdaki düğmelerden dudaklarımı kenara çekiştiriyorlar. Gülüyorum. Gittikçe büyüyen bir şekilde, gülüyorum. Bütün vedaların böyle güzel olmasını diliyorum.