Moda’da yürüyorum. Sahile doğru yürüdüm epey, aralık veya ocak. Bir yıl önce. Bir banka oturdum; önümde kayalıklar, gün çoktan batmış. Çıkardım birkaç kâğıt, yazıyorum. Ne yazdığımdan benim de haberim yok aslında. Şiir diye başladım, farklı bir yere doğru dönüştü. Kulağımda kulaklıklar var, kendimi tamamen izole ettiğim bir an. Bir ses duydum. Kafamı kaldırdım önümde biri var. Tekerlekli sandalye üzerinde bir adam, saçları pislik içinde ama düzgün. Sarhoş. Evsize benziyor. Çıkardım kulaklığı. “Efendim abi”
“Sigaran var mı?” Sarhoştu ama ağzı kaymıyordu. Garip bir herife benziyordu.
“Yok usta, içmiyorum ben.” Başımı kâğıtlara doğru indirmeye yeltendim.
“Ne yazıyorsun?” İlgili bir ses tonuyla sordu sadece mümkün olabildiği kadar salaş bir ifadeyle.
“Yazıyorum bir şeyler.” Adamı başımdan savmaya çalışıyordum, yazdığıma çok konsantre olmuştum.
“Şiir yazardım ben, şairim.”
Bunu duymamla beraber işler değişti. Böyle hikâyeler hep ilgimi çekiyordu.
Devam etti. “Şiir mi yazıyorsun.”
“Evet.”
“Ezbere bildiğin bir tanesini oku bakalım. “ Artık tamamen sarhoş olduğunu anlayabiliyordum.
“Ben şiirleri ezberlemem genelde usta, sen oku istersen.” Bir çeşit yalandı tabi, düşününce aklıma gelen birçok şiir vardı.
“Şiirini ezbere bilmeyen şair mi olur lan, okuyayım ben.” Gözlerinde yoksulluk, umursamazlık ve her şeyden vazgeçmişliği gördüm. Defteri kalemi topladım. Artık yüz yüze konuşuyorduk. Birçok insan böyle sarhoş bir evsiz gördüğünde uzaklaşır, onlar böyle insanlardan korkar; zarar göreceklerini düşünürler. Bir şeylerden zarar görme ihtimali her zaman var, hücrelerin sürekli doğup öldüğü bu zaman formunda. Ama ben sarhoşları, evsizleri ve yıpranmışları severim. Hiçbir şeyi umursamayan insan, bütün korkusuzluğuyla yaşayabilir ve özgürce davranabilir. Sokakta aniden penisini çıkarıp işemeye başlayabilir. Bunu sistemin normlarıyla yaşayan ‘korku dolu’ insanda göremezsiniz. Asıl yeraltı, derin hayat beş parasız bir sarhoşun ağzından çıkar. Sokağa düşer. Adamla epey uzun konuşmaya karar vermiştim.
Nerden belli, diye bir şiir okudu. Gençliğinde bir kadına yazmış. Âşıkmış, abinin adı Murat. Ulan herif okuyordu ben susuyordum. Gittikçe ses çıkarma yeteneğimi kaybettim. Bir evsizden beklenmeyecek kadar kültürlü, derin herifti. Sonra başka bir şiir okudu. Okudukça daha dibe gömüldüm. Konuşma sırası bana geldi.
“Ne yapıyorsun usta burada, kalacak bir yerin yok mu?”
Durgunlaştı konuşmadan. “Ameliyat için geldim buraya, çocukluğum burada geçmişti aslında. Ama sonra uzaklara gittik. Burada kalacak yerim yok. Hastahanenin bahçesinde kalıyorduk evsizlerle ama oradan çıktık. Havalar soğuyor. Sahildeyim genelde, buralardayım. Çok affedersin biraz sarhoşum, çocuklar şarap getirmiş. Hastahane çünkü bacağından ameliyat olacağım, ileri bir tarihe verdiler ben de bekliyorum o tarihi. Yürüyeceğim daha, güzel yaşamak. Baksana şuraya.”
Güzeldi. Çukurda bunu söyleyen adamları görmek çok güzeldi. Adam konuştukça içimi bir naiflik kapladı. Ah, ulan Kadıköy, diyorum içimden. Yine sundun kendini.
Murat abiyle vedalaştık. Onu bir yıl sonra tekrar gördüm. Yine sigara istedi, tek farkı bu kez mevsim yazdı. Yine Moda, yine binlerce farklı hayata sürünen kayalıklar.
Kadıköy, bir şekilde gösteriyor, duyuruyor kendini.
*
Bir yıl ya da daha önce hatırlamıyorum. Bir yeraltı partisinden çıktık. Aytuğ, Alpcan, ben Moda ikinci sahildeyiz saat beş; denize doğru gittim. Uykum yok, derimi yırtan bir coşku var, olabildiğince berduş ve umursamazım. Kayalıklara çıktım, denizin ucuna kadar gittim. Uludum. Hiçbir şey söylemeden, aya bakarak uludum. Kurt gibi. Bütün coşkuların birleştiği kutsal an kendini uzayan o tok ve ruhsal seste parladı. Güldük üzerine. Salıncaklarda uyumaya çalıştık sonra, güneş doğunca bir sürünün doğduğu yeri terk etmesi gibi çıkıp gittik.
Kadıköy bütün sokakların birbirine vardığı, son aylaklar kasabası.
*
Moda. Sanırım üşüyorum. Mevsimi ve ne kadar önce olduğunu hatırlamıyorum. Yanımdaki herife şöyle söyledim. “Üşüyorum lan.”
Şaraptan iç, diyerek şişeyi uzattı. “İnsanın vücudu üşür belki ama içi katılaşıp kırılmasın.” Ah ulan çok kıyak adamdı.
*
Sanırım bir ilkbahar günü, Kadıköy’e yağmur bir kralın en sevdiği şehri ele geçirişi gibi girdi, Kadife’nin üst sokağındayım. O sokağı asla ismiyle çağırmadım. Herkes kaçtı tabii. Çıkardım üzerimdekileri. Kimsenin olmadığı o sokakta yağmuru benden başka izleyen olmadı. Bütün taşları özenle döverek sokağı geçti ve beni tamamen ıslattı. Hiç bu kadar güzel ıslanmamıştım. Hiçbir yağmur o kadar güzel yağmamıştı. Sonra bir apartman kapısının üzerindeki yağmurluğun altında durup yarım saat boş sokağı ve damlaları izledim.
*
Bahariye’den yukarı doğru her yürüdüğümde kar da yağıyorsa keyfime diyecek yoktur. – Bu paragrafa neden Sait Faik gibi bir giriş yaptığımı ben de bilmiyorum ama ustaya selam. – Herkese gülümserim, acayip coşkuluyumdur. Bahariye’nin arka sokaklarına gece ulaştığında orada başka bir hayat başlar. Hiçbir biranın tadı o sokaklarda içilenler gibi olmaz. Sokaklarda tanıştığım insanlar, gece çökünce bir bir sönen ışıklarla beraber farklı yönlere dağılır. Yanımda birileri varsa ve biz bağırıp çağırıyorsak aniden susarız sanki uyarılmış gibi, gecenin geç saatlerinde birilerini uyandırmayalım diye. Canını sevdiğimin samimiyeti.
Tesadüfen seçtiğimiz apartman kapıları ve formülsüz bastığımız ziller. “Hocam, vapur gitti bu gece evde kalabilir miyiz; soğuk dışarısı, harbiden soğuk”
*
Kutsal rıhtım. Bir gün yürüyorum Beşiktaş iskelesinden Karaköy’e doğru. İki sarıklı padişah kıyafeti giymiş adam ellerinde tespihlerle bekliyorlar. Anladım fotoğraf çektirip para topluyorlar. Martılar sahile doğru uçup geri dönüyorlar, birkaç yıl önce sonbahar. Yaklaştım yanlarına.
“Merhaba, ben Arthur Rimbaud. 18. Yüzyıldan geliyorum. Buruk aşklar içinde esrik kaldım. Yeter yarılsın teknem, alsın beni bu deniz.”
Tabi şaşkınlıktan çılgına döndüler, hiçbir şey söyleyemiyorlar. Devam ettim.
“18. Yüzyılda en çok turist taksimde vardı bence oraya gidin.”
Sanırım iki padişah o gün hayatlarının şokunu yaşadılar. Kapanmayan iki ağız boşluğuna baktım saniyelerce.
*
İki yıl önce bir kızdan hoşlanıyordum ama o zamanlar gezegende sadece o varmış gibi davranıyorum. Fena kapılmışım. O zamanlar çekingenim, gencim. Tek bildiğim kızın sürekli Yeldeğirmeni etrafında bir yerlere gittiği. Her Kadıköy’e gelişimde oraya gidip bütün sokaklarda yürür, bütün kafelere bakardım. O günlerde onunla Kadıköy’de karşılaşabilme olasılığımız beni heyecandan delirtmeye yeterdi. Genç avarelik. İki sene sonra taksimde oturup muhabbet ettik. Asla o günlerden bahsetmedim, gözlerine baktım. Ben anlatıyordum o dinliyordu. Hala çok güzeldi.
*
Sanatçılar sokağında bir kafedeyiz. İstanbul’a ilk geldiğim zamanlar. Dört beş kişi oturuyoruz. İki dostum önümde konuşuyor.
“Sikeyim Kadıköy’ü.”
“Öyle deme üzülür.”
*
Bok gibi geçen günler içinde mevsimlerin birbirine karıştığı bir yıl. Eski yıllar. Yalnızlıktan kırılıyorum. Fotoğraf makinesini alıp giriyordum Kadıköy’ün derinlerine. Çekmediğim şey kalmıyordu. İnsanların fotoğraflarını çekmeyi sevmezdim o zamanlar, sonradan ona da alıştım. Gün battıktan sonra bir akşam makineyi çantama koydum yürüyorum, nereye doğru yürüdüğümü hatırlamıyorum. Bir sokağa girdim. Burası o sokak lan, diyorum içimden. İstanbul’a ilk geldiğinde yanlışlıkla bulup bir daha asla varamadığın sokak. Kaldırıma oturdum. Gökyüzünde biraz buğu ama sokak alabildiğine güzel. Biraz müzik dinledim. Yürüdüm sonra. Bir daha o sokağa gitmedim.
*
Birkaç şair Rexx’e doğru yürüyoruz. Durdum. Yüzlerine doğru konuşmaya başladım.
“Bizim kitaplarımız asla çok satmayacak, asla bütün insanlar bizi sevmeyecek. Zaten herkesin sevdiği birinden korkmalı. Biz bu sokaklarda doğmuş gibi yürüyeceğiz, birileri şarap getirecek. Belki kadınlar veya şiirler olacak. Güleceğiz öyle saçma sapan şeylere, ama hep berduş hep bir şeylerin dışında.Bana bakın oğlum asla buna üzülmeye gerek yok. Mutlu olun, ay hala görünüyor.”
*
Moda sahilinin üstündeki kaldırımda bir kadınla oturuyoruz, eski bir anı ki yüzünü tam olarak seçemiyorum şimdi. İnsanlar yüzlerini hafızalarımıza bırakıp yürüyorlar. İnsanlar yürüyorlar. Ne kadar gariptir, bazılarını bir daha asla görmeyeceğini bilmek. Bunu tam yanındayken bilmek. Tam böyle bir anda karşımda birasını içip havanın soğukluğundan şikayet eden kadına sordum.
“Ne zamana kadar böyle sürecek? Hayatında yapmak istediğin bir şey var mı?”
Döndü. Gözlerindeki sonsuz umursamazlıkta bir şey belirmeden ışınlarını sözcüklerle birleştirdi.
“Hep böyle olacak. Bundan yıllar sonra da burada oturup bira içeceğim. Bir önemi yok. Hiçbir önemi yok.”
Düşününce anlıyordum. Yoktu.
*
Sırtçantasıyla uzun yola hazır biçimde rıhtımda yürüyorum, iki buçuk saat sonra beni İskandinavya’ya bırakacak uçak kalkacak. Ben Norveç ve İzlanda’yı sekiz bin kilometre otostopla geçip hayatımı değiştirecek olayların olacağı kutsal yolculuktan önce yine Kadıköy’deyim. Simit yiyorum. Yirmi beş kiloya yakın yük taşımak omzumu ağrıtıyor. Endişeli ve heyecanlıyım. Havataşa bakmaya gittim.
“Ne zaman kalkacak hocam havataş?”
“Her yere yetişilir yeğenim.”
Biraz baktım adama. Büyük gülümsedim.
*
Moda sahili.
“Senin nasıl biri olduğunu, içindeki gizemi çok merak ediyorum.” dedi bir kadın. “Aşık oldun mu hiç, o kadar yoldan sonra. Bana yolları, tanıştığın insanları anlat adam, sonra öp beni veya beraber denize atlayalım.”
Hava çok soğuk, dedim. Mutlak samimiyet beni keyiflendiriyordu.
“Normal olmaya gerek yok.”
Hollandalı bir kadının Amsterdam’da şehre uzak bir barda otururken bütün sarhoşluğuyla bana bakıp ‘normal sıkıcıdır’ deyişini getirdim gözümün önüne.
*
Kadıköy bütün berduşların, aylakların, ötekilerin, yeraltında devinenlerin, akşam olduğunda deliklerinden çıkanların memleketi. Bütün şairlerin, bütün tükenmişlerin, bütün otostopçuların ve sarhoşların yollarının düştüğü kutsal yurt. Gittikçe o kesif kent kafası yozlaşsa da, bazı insanlar sadece orada kendilerini evde hissetmeye devam edecekler. Kadıköy, son çığlık gibi kağıda düştüğü gölgesiyle sınırda bir yerlerde kalacak.
*
Millerce yoldan geçtim. Sayısızca ülkeler. Bir baş parmağı, cebimde para yok. Evim sırtçantası. Kuzeyde bir yerdeyim, oturdum otobana düşünüyorum. Ne özledim lan ben, artık özleyemiyor muyum hiçbir şeyi. Hiçbir şey beni geri döndürmek istemiyor mu bu berduşluktan. Düşündüm. Sonra sıcak bir kan geldi boynuma doğru, vücudum ılıklaştı.
Uzakta kalan bir gün, metroda otururken önümde sırtçantasına bakıyorum, hızla geçen siyah duvarları gözlüyorum; bir yoldan sonra ülkeye yeni döndüğüm gün. Metro yavaşlamaya başladı. Sonra o otomatik ses kaydı konuşmaya başladı. Millerce uzakta, tek özlediğim buydu. Tek sevdiğim varış.
“Kadıköy, bu yöndeki son istasyondur.”
Şubat 2016
Kadıköy
Doğuş Kökarttı
Dip Not: Bu yazının tamamına yakını Kartal- Kadıköy metrosunda farklı günlerde yazılmış sonra birleştirilmiştir.