2015 Macerası/ Norveç – Yüce Kuzey Otostopu

| Yolda

Bütün bunlar Ağustos 2015’te yollardan geri döndükten sonra küçük bir kasabada yazılmıştır.

Bu, 3043 km otostopla ve kampla, cebinde 150 lirayla bütün Norveç’i güneyden, batıya ve kuzeye yirmi günde geçen, Norveçlilerin kendisine Superhitchhiker lakabını taktıkları çılgın bir adamın, benim, çok çok kısaltılmış yarar sağlamaya dayalı hikayesidir.

1.Bölümde Trickler T* şeklinde anlatılacaktır.

  1. Bölüm Otostop Rotalarım, Kamp Atılacak Yerler, Çadır Kurma Trickleri ve Bağlantılı Küçük Hikayeler
  2. Bölüm 150 Lirayla Dünya’nın En Pahalı Ülkesinde 20 Gün Nasıl Hayatta Kaldım, Ne Yedim
  3. Bölüm Büyük Anılardan Seçmeler ve Bazı Küçük Hikayeler
  4. Böllüm Sonuç

1.Bölüm

Kuzey ülkeleri küçüklüğümden beri hep ilgimi çekmişti. Kutuplar, buzullar, orada yaşayan insanlar ve gizemli hayatları. O soğuk hayatın cazibeli izole bütünlüğü. Geride kalan senelerde doğu, orta ve batı avrupa’nın neredeyse tamamını otostopla geçip birkaç kuzey avrupa ülkesine gittikten sonra bu yaz Norveç’i baştan sona otostopla geçmeye karar verdim. “T*Pegasus’un önceden alınca yaklaşık yüz lira olan oslo biletlerinden bir tane aldım.” Herhangi bir plan yapmadım. Sadece kabataslak bir rota çizdim. –kabataslak olanları değil- gerçekleştirdiğim rotaları buraya ekliyorum-

Cebime yüz elli lirayı -karşıladığı norveç kronunu- koydum. Normal yaşarsam beni beş gün idare ederdi. İki-üç gün yetecek de yiyecek koydum. Yirmi gün doğanın kalbinde yaşayıp güzel bir macera yaşamak üzere yola çıktım. Yanıma çadır, uyku tulumu, matı ve en iyi dostum sırt çantamı (65 Litre) aldım. Çanta yaklaşık 15 kilo olunca ekstra giysi almaktan vazgeçtim.Ana olarak iki uzun kollu,bir kazak, bir pantolon, iki kısa kollu, bir şort,ekstra ayakkabı olarak sandalet aldım. Ve alt- üst kışın kullandığım termal içlikleri aldım ”T* Bu hayat kurtarıcıdır.” Yağmurluk, küçük kaz tüyü ceket vb. şeyleri evde bıraktım. Hava durumunu kontrol ettiğimde sıcaklık 13-14-15 derece gözüküyordu, yani o koşullarda fazla zorlanmazdım , çok tecrübeliydim, en azından o zamanlar öyle düşünüyordum. –hiç de böyle olmadı-

Yanımda kalın üst olarak sadece bir tane hafif kalın kapşonlu bir şey vardı ama o da yağmuru emiyordu.

Gitmeden önce yolunda gitmeyen birkaç şey vardı tabi ki, fazla belim ağrıdığı için gidip belimi okuldan hocama gösterdim, kesinlikle sırtçantasıyla gitmemem gerektiğini çok daha kötü olacağını ve ağır sonuçları olacağını söyledi. Tamam dedim ama dinlemedim tabi ki, başa çıkarım diye düşündüm. Çıktım da. Ama gereksiz yere beş gün endişelendim ve yarı motivasyonla devam ettim.

Buraya kadar her şey olması gerektiği gibi. –tamam daha fazla kıyafet alabilirdim- Ama sonrası benim düşündüğümden, hayal edebileceğimden çok daha inanılmaz, çok daha muhteşem, çok daha zor geçti.

Oslo’ya inip vakit kaybetmeden havaalanından otostopa başladım. Batı’ya gitmek istiyordum. Oslo’ya girersem çok vakit kaybedecektim zaten şehir fazla umrumda değildi. Doğayı ve getirdiği yüceliği arzuluyordum.

T*Havaalanından E16’yı bulun sizi o daireye sokacak ve Honefoss, Hokksund’dan aşağı ineceksiniz. Havaalanında yeşil otobüsler ücretsiz ve otobana (E16) doğru gidiyor.Söylediğim kasabalardan indikten sonra E 134’e gireceksiniz.

İlk gün Kongsberg’e vardım. Iraklı, İtalyan, Hollandalı ve Slovenyalı üç adam bir kız ile geldim. Hiç Norveçli yok. O gün Norveç hakkında söylenen otostop efsanelerine inandığım tek gündü –herkes otostopla uzun yol yapmamın imkansız olduğunu düşünüyordu daha önce bu kadar uzun yolu fazla deneyen de yoktu-

T*Kongsberg’de nehri takip edince şehrin otobanın karşı tarafındaki girişinde bir kamp alanı var, gece on birden sonra atın çadırı sabah yedide çıkın. Resepsiyon o saatlerde yok. Ben öyle yaptım. Bir norveççe tabela var hiç ingilizce yazmıyor, ben finlandiyalı bir kamp grubu bulup çevirdim. Zaten benden başka bir tek onlar vardı. O tabelayı görürseniz doğru yerdesiniz.

İlk gün uyumakta zorluk çektim güneşin battığı- ona batmak denemez hala biraz ışık oluyor asla tam karanlık olmuyor- zamanlar 3-4 saat. Gitmeden bir göz bandı edinin.

Ertesi gün Odda’ya vardım.  Bir Norveçli kız, İngilizce bilmeyen Rockstar tarzında bir adam ve elektrikli bir arabayla saatte 180 ile giderek. O gün beni alan herkes Norveçliydi ve bütün sorun ortadan kalkmış oldu. O günden sonra Norveç otostop efsanesi benim için bitmiş oldu.

T* Otostop için doğruca E 134’ü takip edeceksiniz. Odda’da kalacak yer ve kamp olayı sıkıntılı. Kamp alanına tabi ki para veremeyeceğim için kasabanın içinde kaçak bir yer aradım, çıkıştaki benzin istasyonunun arkasında evler var. Sola doğru gidip bütün evlerin ortasındaki büyük alana çadırı atın. Evlere yaklaşmayın. Normalde yasa gereği 150-200 metre den çok yaklaşılmıyor evlere.  Eğer çadır yoksa Odda Kommune’nin altında paspas var ya da onun ilerisinde bir benzinlik daha var. Odda information’da wifi var. Sanırım wifinin olduğu tek yer orası.

Odda’ya gitme sebebim Troltunga’ya tırmanmak istiyordum ve o otoban doğruca Hardanger Fiyordu’ndan geçiyordu. Bütün tanıştığım insanlar ayağımdaki spor ayakkabılarla ayakkabılarla çıkamayacağımı düşünüyordu. Basit nike spor ayakkabılar vardı, hiking ayakkabısı yoktu.  Kameramın pili hızlı bittiği için –bozuktu- ve belki birinden ayakkabı bulurum umuduyla Trolltunga’nın önünde inip çıkmadan devam ettim, Voss’ a gittim. Voss’ta kamerayı tamir ettiremedim çünkü adi bir sony için pil yoktu  ve adamlarda sadece go pro için bir şeyler vardı. Sonra dostum Mücahit’in de Voss’a doğru geldiğini öğrendim. Trolltunga’yaçıkmak istiyordu, dedim beraber gidelim. Ayakkabı soruşturdum birkaç ama bir şey bulamadım.

Her şey ne kadar ters gidebilirse o kadar gidiyordu, kamera zaten moralimi sıfıra indirmişti, belim hala ağrıyordu ve kötüleşiyordu.  Ciddi bir motivasyon kaybı yaşıyordum. Orada bir süpermarkette oturup düşünürken birden her şeyi bir kenara bırakıp yola beklentisiz ve sadece akışın getirdiği şekilde devam etmeye karar verdim ve o gün benim için dönüm noktası oldu. Ve bir daha hiçbir aksilik beni yıldırmadı. O akşam Hardanger fiyortunun dibinde okyanus kenarında kamp attık. Ertesi sabah aldığım yolu geri dönerek tyssedal’ a vardık.

Trolltunga

Sabah erken hike’a başlamanız lazım. Yol çok zor, temmuz başında ve haziranda ilk üç kmden sonra tamamen kar var.  Ağustos’ta biraz daha erimiş oluyor. Hike süresince hava sürekli değişiyor ve çok soğuk. Spor ayakkabıyla –benim yaptığım gibi- çıkabilirsiniz ama tepeye vardığımda baş parmağımı kesip kesmeyeceğimi düşünüyordum. Yani mümkünse elinizde bir hiking ayakkabısı olsun. Yağmurluk varsa alın, mutlaka yanınıza yedek çorap, epey yiecek alın. Ben 5-11 km arasını koşarak gittiğimiz için 8 saat sürdü. Oraya gelmeden çok yorgun olduğum için ilk km’leri hızlı gidemedim. Ama sonra toparladık. Yine de gece 23:30 da aşağı iniyorduk ve son grup bizdik. Ortalama 8 -11 Saat sürüyor.Şakaya gelmeyecek bir yol çok dikkat etmek lazım. Yine de muhteşem bir deneyimdi.

T* Odda Voss arası 13 Numaralı otoban var. Orada Tyssedal da arabadan inin. Tünelin hemen önünde Trolltunga tabelasını göreceksiniz. Orada bir otostop daha çekmeniz lazım çünkü 8 km lik hike yolunun başına kadar bir yol var. Orayı da aldıktan sonra ulaşıyorsunuz. Üstteki car park alanı dolduğu için otobüs kullanmaya zorladılar bir kmlik son yola. Biz de istemedik. Sonra 8 kmlik yolu getiren Norveçli iki kız bizim paramızı da verip bizi yukarı çıkardı. Yanınıza gazete ve iki tane de poset alın, gazete eski dağcı kuralıdır ayakkabıdaki suyu alır, poşet de ıslanan ayakları korumak için.

O gün bir alman karavan çifti bizi okyanus kenarına götürdü gece ve orada kamp attık. Ertesi gün ayakkabılarım ve çoğu çamaşır ıslandığı için sandalet ve şortla devam etmek zorunda kaldım. Ayakkabılar yaklaşık dört günde kurudu. Ve Mücahit ile tırmanışın ertesi günü ayrıldık o zaten interrail ile sadece trolltunga için gelmişti ben yola devam edecektim. En kuzeye kadar. Müco’ya buradan selam.

O gün Vietnam’lı bir kız beni aldı ve kısa zamanda arkadaş olduk.  Flam’a kadar sürdük ama arada Eidfjord’a birkaç şelale ve hike yerine uğradık o bölgede çok zengin doğal güzellikler var nereye gitseniz bir şey buluyorsunuz. Flam çok tatlı bir yer, sanırım trenler de oraya gidiyor. Interrail ile gidenler rahatlıkla gidebilir. Kamp alanını Vietnamlı kız ödemek istedi- aksi halde ben kamp alanına girmeyecektim zaten-. Güzel bir kamp alanı var. Ve muhteşem fiyortları. Mutlaka uğrayın. Şirin bir kasaba. Ve sanırım beşinci ya da altıncı gündü hala duş almamıştım. Bir iki kilo vermiştim. Konserveler yaktığım enerjiyi karşılamıyordu.

T*Hiç duş alamazsanız Trolltunga’dan gidişte Kinsarvik’de durun. Orada okyanusun kenarında oda gibi bir tuvalet var ben orada musluğun altında başımı yıkadım, sular güzel.

En baba fiyort Hardanger Fiyordunu gördükten sonra Sogne Fiyordu’ndan geçtim. Sırasıyla E 16 ve 5 numaralı otobanlar ile fjaerland’a doğru giderken birkaç şelale ve hike’a  daha uğradık. Ama Trolltunga’dan sonra bendeki enerji tamamen sıfırlanmıştı hike yapamıyordum ve parayı da yemek için harcamak istemedim. Neyse ki otostoptakiler sürekli yemek ısmarladıkları için pek bir şey almama gerek kalmıyordu. Fjaerland üzerinden Geiranger’ e gittim. Hayatımda görebileceğim en güzel fiyordu orada gördüm.

T* Geiranger’de girişte bir kamp alanı var üstten girip çadırı kurun resepsiyon takmıyor. Sabah erkenden toplayın.

Otostopta alan kız bot turu ısmarladı – bu gördüğüm en cömert hareketti- Eğer paranız varsa siz de bu işi yapın çünkü inanılmaz bir turdu. Hayatımda bir daha böyle bir doğa göreceğimden emin değilim. Norveç’teki en güzel fiyort Geiranger’dir. O gün buzul göllerine ve bir dağa tırmandım. Nordfjord’a yakın diyebilirim belki. Geiranger’in biraz dışında buzul gölünü sorarsanız size tarif edecekler. Ve oradan geri dönerek Trollstigen’den geçtim. Burası zikzaklarla dağa tırmanan bir otoyol, mutlaka geçin çok güzel bir deneyim.

Olaylar gittikçe daha eğlenceli ve güzel oluyordu. Otostopta beklediğimden çok hızlıydım, altımda araba varmış gibi hızlı ilerliyordum. Yorgundum ama yedi günden sonra duş aldım. En azından kilomu sabit tuttum ilk günlerden sonra.

Hızlı olduğumu görünce Alesund’a gitmeye karar verdim. Atlantik okyanusunun kenarında batı sahil şeridinde. Eğer yolunuzu düşürebiliyorsanız mutlaka gidin. Tall Ships Race diye bir festival yakaladım eğer yakalayabilirseniz o zamanlarda gidin. Eski tip gemilerde her ülkeden gelen gençlerle beraber muhteşem bir atmosfer var.

T*Şehir merkezinde bir otopark var rica edip birinin arabasında kalabilirsiniz –ikna edebilirseniz- ben öyle yaptım.

Alesund otostopu için geirangerden geri dönüp 60.ın otobanı e 39 a bağlayan yerden devam etmek mantıklı e 39 ile feribot yerine geleceksiniz. Şanslıysanız –benim gibi- şöför sizin de feribot paranızı verecektir. Ama tabi ki parasız dünya turunda olduğumu belirtmemin bunda yararı oldu.

Alesund’dan çıkarak Atlantik yoluna doğru yola çıktım E 136 dan devam ettim. Molde’ye varacaksınız. Ama moldenin hemen öncesinde feribot var.Yine şanslıysanız şöför sizin yerinize parayı verebilir –benim gibi- Molde’ye varınca E 39’un 64’e bağlanan yerine kadar yürümek gerekiyor -7,8 km- benim yüküm çok ağır olduğu ve yağmur yağdığı için çok zor oldu ama normalde o kadar zor değil merak etmeyin. 64’ten Kristiandsund giden bütün yolu alın. O yol Atlantik yolundan geçiyor.

T*eğer güneşli bir günde atlantik yolundan geçerseniz çok daha güzel şeyler göreceksiniz. Benim olduğum zaman sisli bir gündü. Yine de çok güzeldi. Ve arabada çok tatlı yaşlı bir Norveçli aile ben yolu güzel izleyeyim diye yer değştirip öne oturttular video çektirttiler yavaş gittiler.

Oradan gece otostopu sürdürerek zor da olsa Kristiandsund’a vardım. Bu bölge çok az aracın olduğu bir bölgeydi bekleme süreleri uzadı. Kristiandsund’da şehir dışında bir orman bulup kamp attım. O gün o kadar yağmur yağıyordu ki çadır kurmasam her şey mahvolabilirdi. Ama kamp alanında nasıl kaçak kalınacağını da öğrendim.

T*Kristiandsund kamp alanına stadyumun oradan gidiliyor. Sorun gösterecekler. Gece girin resepsiyon yediden sonra yok. Sabah erkenden çıkın arka tarafta bir çit kırık, oradan çıkın normalde her yer çevrili ana kapıdan çıkarsanız sizi görürler.

70 ve E 39 ve kısa bir E6 uzun yolların sonunda beni Trondheime çıkardı.

T*E 39’un başı feribot çıkışı, sadece arabalar feribottan geliyor bu yüzden kimse sizi almazsa uzunca yürümeniz gerekecek. O gün yirmi beş kiloyla on beş km yürüdüm ve yağmurdan sırılsıklam olmuştum. Tamamen özgür, her şeyden bağımsız, bir insan gezegende ne kadar yalnız kalabilirse o kadar yalnızdım. Ve devamında da öyle olacaktım.

Trondheim’de mola verdim çünkü tükenmiştim. Dokuzuncu günde –sekiz de olabilir- Trondheime vardım. O günlerde couchsurfingde bulduğum Norveçli bir kadının yanında kaldım. Çok efsane bir ev deneyimiydi, gördüğüm en renkli Norveçli insanlarla tanıştım.Bana bir sürü yemek yaptılar. Kendimi toparladım, uzun süre doğadan sonra çok fazla insan görmek garip gelmişti. Ama Trondheim çok tatlı bir şehir. Huzurlu. Şehrin arka kısmında hippi mahallesi var. Gidip orada bir gün yaşadım. İnanılmaz insanlarla tanıştım.

T*Salı günleri hippi mahallesinde ücretsiz yemek dağıtıyorlar, yemek vegan. Ben yedim çok lezzetliydi. Uslu bir çocuk olursanız renkli pencerelerin arkasında yaşayan hippileri görebilirsiniz.

Trondheim –Bodo arasını E 6 dan nonstop gittim.Bodo’da bir Norveçli arkadaşımla yaklaşık 6 saat  geçirdim. Bodo’da çok fazla görülecek bir şey yok. Bu süre yeterlidir. T*Sabah erken çıkarsanız ve şansınız yaver giderse geceye doğru Bodo’da olabilirsiniz. Ama iki güne de rahatça yayılabilir.Bodo da yarım gün kalıp Lofotene feribotla gittim. Bir Norveçli kız paranın yarısını ödemeyi istedi yani burada da pek bir şey kaptırmamış oldum. Feribot Moskones’e giden olacak yanlış feribota binmeyin.

Feribotta çok efsane adamlarla tanıştım bunun hikayesini aşağıda anlatacağım. Buraya çok fazla sırt çantalı biniyor. Feribotun üst katı backpackerlar katı gibi bir şey. Yine uslu bir çocuk olursanız yolculuk süresince balina görebilirsiniz. Biz gördük ama hala tam emin değiliz.

Lofoten Norveç’in batısındaki adalar ama ana karayla bağlantılı. Dünya’dan çok fazla insan oraya geliyor ve Norveçliler de tatil için oraya gidiyorlar.

Lofoten’e varınca hemen otostopa başladım, otoban feribottan beş yüz metre sola yürüyünce bulunacak yerde. Balıkçı evlerinden su isteyebilirsiniz. O gün Reine’ye vardım. Reine’de kamp attım. Kasabanın hemen dışında okyanusun yanında bir alan var insanlar – bazen kimse olmuyor çünkü çok sarp kayalar var- orada kamp atıyorlar, ücretsiz. Mis gibi bir manzara. Geceye doğru Reine dağlarından inanılmaz ışıklar çıktı gökyüzüne doğru.

Reine’den sonra Leknes’e gittim yemek konusunda aşağıda genel bilgi vereceğim ama Reine’de yiyecek aramayın kiosk var ve çok pahalı. Bu yüzden Leknes’e gittim. Leknes’e giderken otostopta alan Hollanda asıllı çift önemli yerlerde durarak bana Atlantik okyanusunun en önemli sahillerini gösterdiler. Ramberg’e mutlaka uğrayın. Muhteşem bir Atlantik sahili.

Leknes’den yiyecek bulup E 16’yı takip ederek ve 816 ara yoluna bağlanarak Heningsvoer’e gittim. Burası Dünya’nın neredeyse bütün dağcılarının bir araya gelip tırmanış yaptığı çok ünlü bir alan.

Buraya gelirken son dört günde ton balığı konservesinden başka bir şey yemediğim için midem ve bağırsaklarım rahatsızlandı. Kramplarla bağırarak otobanda yürüyordum ama şarkı söyleyerek durumu bastırdım ve bir şekilde toparlandım.

Heningsvoer’da dağcılarla dağların arasında kamp yaptım. Herkes beni de tırmanışçı sandı çünkü burası tırmanışçılar dışında pek bilinen bir yer değilmiş. Artık hepiniz biliyorsunuz gidebilirsiniz. Ve 816 da kasabaya giderken, Kuzey Atlantik okyanusunun en güzel sahillerini muhteşem renkli adaları ve renkli yosunları gördüm.

Heningsvoer’den çıkınca sadece E 16’ya çıkmak için otostop çektiğim sırada eski bir Norveçli asker durdu. Dedim ki ben ‘midnight sun’ ı görmek için Tromso’ya gidiyorum . Adam Tromso yolunun yarısını gidiyorum atla diyince keyfim yerine geldi. O arabada bir sürü yemek yiyip üç saat de rock müzik dinleyince ‘Norveç’e güzel veda etmeye başladım’ diye düşünüyordum.

Beni Harstad yakınlarındaki havaalanına gelmeden bıraktı, orada belki de Norveç’teki son otostopumu çekeceğimi düşünüp birkaç fotoğraf çektim. Kartona Tromso yazıp kaldırdım ve hemen bir araba durdu. İki Afgan genç aldı beni. Kalan dört saatlik yolun da yarısını götürdüler ama arabada öyle bir dostluk kurduk ki beni arabaya kilitleyip son kalan bir buçuk saatlik yol için otobüs bileti aldılar, ‘yapmayın’ desem de dinletemedim. Savaştan kaçıp Norveç’te yaşayan adam gibi adam olan bu Afgan dostlarımla İstanbul’da görüşmek için sözleştik.

Tromso’da ‘midnight sun’ ı yakaladım. Gece on iki’ de güneşi görebiliyorsunuz. Bulutlu olsa da ışığı gördük. Ve gece boyunca tamamen aydınlık. O nasıl muhteşem bir kuzey ışığıdır dağların arkasından gece yarısı çıkıp okyanusu aydınlatan.

Orada birkaç gün kaldım. İzlanda’ya gittim sonra. Bunu daha başka bir postta anlatacağım.

Norveç’teki son günümde Tromso’da sahile gidip güneşlendim 70. Enlemde Kuzey Kutup Dairesinin içinde güneşlendim. Bu manyak bir şeydi! Norveçli efsane bir herifle sahilde satranç oynadım sonra, okyanusa bakıp bütün yolculuğu düşündüm.

Ne kadar inanılmaz bir hikaye yarattığımı orada anladım.

2.Bölüm

Norveç şüpheye yer bırakmayacak şekilde dünyanın en pahalı ülkesi. Para benim hayatımda hiçbir zaman önemli bir yere sahip olmadı, parasızlık da umrumda olmadı. Bu sefer de bir şekilde yolunu bulur hayatta kalırım diye düşündüm. Yolculuk bittiğinde 150 lira ile hayattaydım, çok aç kalmış çok yorgun düşmüştüm, yaklaşık 4 kilo vermiştim ama hala canlı ve tek parçaydım.

Birinci kural. Konserve candır. Norveç’te ucuz iki şey var. Balık konservesi ve muz. Balıklar Makrel veya Ton Balığı. ‘Vann’ diye yazan suda olan ton balığı iki lira gibi bir şey yapıyor. Büyük ve doyurucu. Bir de oil yani yağda olan var o bir lira daha pahalı.

Üst üste altı gün sadece ton balığı yediğimde bağırsaklarım ve midem iflas etti, dikkatli olmak lazım.

Muz diğer kaçış noktası. Poşet şeklinde muzlar var bunlar türkiyeye göre ucuzlar. Bir poşet üç-dört gün gidiyor.

Marketler önemli, bunların dışında hiçbir yerden bir şey almayın

Coap, Kiwi, REMA 1000 .

Kiwi içlerinde en ucuzu. Kiosklardan hiçbir şey almayın zorda kalmadıkça fiyatları daha fazla.

Coap’larda Wifi var genelde yararlanabilirsiniz. İstediğiniz kadar oturabilirsiniz Coap’larda.

Açıkça görüldüğü gibi yine de bendeki para bunu karşılamaya yetmez. Neler oldu?

Bazen masa temizledim. Bazen insanların işlerine yardım edip yiyecek aldım.

İki farklı yolu da kullandım:

MARKETTEN YİYECEK İSTEMEK VEYA DUMPSTER DIVING

Marketlere gidip aç olduğumu, atılacak bir şeyler varsa alabileceğimi söyledim. Bana ekmek verdiler çoğu kez ve ekmek normalde çok pahalı kendiniz alamıyorsunuz. Poğaça ve bunun gibi hamur işleri verdiler. Çok doyurucu şeyler aldığım oldu.

DUMPSTER DIVING

Bu bahsettiğim büyük marketler, tarihi geçmek üzere olan veya elden çıkarmak istedikleri yiyecekleri çöpe bırakıyor. Sabah gidip çöp kutularına bakarsanız tarihi geçmemiş hatta taze yiyecekler göreceksiniz. Bu bütün büyük marketlerin hatta zaman zaman kioskların yaptığı bir şey. Yiyecek bir sürü güzel şey bulabilirsiniz.

Bunların dışında beni kurtaran şey, otostopta bana ısmarlanılan yemekler oldu tabi ki. Yardımsever Norveçliler çoğunlukla bir yerlerde mola verip bana yemek ısmarladılar. Değişik yöresel yemekleri bu şekilde yeme fırsatı buldum.

Evlerinde kaldığım muhteşem Norveçliler de asla elimi cebime sokturtmayıp beni şahane biçimde ağırladılar.

3.Bölüm

Yaklaşık 100 araba değiştirdim Norveç’ te toplam 500 civarı insanla tanıştım. O kadar fazla inanılmaz insanla tanıştım ki bir gün her şeyi bırakıp sadece daha fazla insanla tanışmak için sokaklarda dolaştığımı hatırlıyorum. Muhteşem dostluklar edindim. Yol boyunca Hollanda, İtalya,Irak,Hindistan, Slovenya,Slovakya, Almanya, Belçika, Japonya, Kore, Çin, Amerika, Kanada, Polonya, İspanya, Fransa, Vietnam, İsveç, Brezilya, Afganistan, İsviçre, Norveç- tabi ki- , Finlandiya’dan insanlarla tanıştım.

Reine’de kamp yaptığım gün feribotta tanıştığımız belçikalı iki genç herif, tesadüfen Reine’ye geldi. Ewan’da gitar vardı Max’da benim gibi şarkı söylüyordu aslında Ewan’da söylüyordu. Bende de keman vardı. Başladık çalmaya. 50 kişilik bir fransız grup da orada kamp yapıyordu hepsi geldiler ateş yaktık, iki buçuk saat boyunca doğaçladık, çaldık, bağırdık çağırdık muhteşem saçmaladık, muhteşem performanstı. Bu unutamadıklarımdan biri. Artık üç muhteşem kafadar olduk hayatımızın sonuna kadar.

Superhitchhiker nereden geliyor, anlatayım. Yol boyunca bileğimde birkaç bileklik vardı ve bunlardan biri ‘Superman’ simgeli bir bileklikti. İlk günlerde arabasına bindiğim insanlar hikayeleri duyunca bilekliği görüp ‘Sen Superhitchhiker olmalısın’ diye takılıyorlardı ve gülüşüyorduk. Bu durum başlarda ciddi değildi, ta ki yaklaşık yirmi farklı kişi bunu söyleyene kadar. Ben bu takma ismi kabul etmekte biraz zorlandım daha doğrusu eğlenceliydi ama abartı bir şeydi. Kabul etmem ise şöyle oldu. Tromso’da evinde kaldığım efsane herifle bu konu üzerine konuşuyorduk şöyle bir diyalog geçti aramızda, şöyle söyledi ‘Onlar söylemese ben söyleyecektim zaten. Kesinlikle haklılar.’ ‘Bu büyük bir takma isim Joachim, benden daha iyi otostopçular da var. Ben o değilim.’ Bunu söylediğimde bana bakışını unutamam. O an gidip Superhitchhiker’ı alnıma dövme yaptırmak istedim. Beni iki yumrukla yere serecek gibi çok sert baktı ve şöyle söyledi ‘Senin yaptığını burada yapan çok az insan var, ben doğduğumdan beri Norveç’te yaşıyorum. Hayatımda otostop çekecek cesaret bile bulamadım. Bu kadar az sürede senin kadar uzun yol gideni görmedim buralarda. Bir takma isim onu taşıyanın en iyi olduğunu göstermez, sadece ona uyduğunu gösterir. Norveçliler kimseye kolay kolay takma bir isim koymazlar eğer yaptıysalar bunun net bir sebebi vardır. Asla kendini küçümseme. Başkaları aynı takma ismi haketse de en azından sen de onlardan birisin, Superhitchhiker’sın. ‘ Bu konuşmadan sonra bu ismi sevmeye ve onu sahiplenmeye başladım. İsim bir anlamda bütün yolculuğun bir özeti gibi oldu ve her duyduğumda gülümsemeye başladım. Ama bu isimle eğlensek de tabi ki Superhitchhiker olacak benden çok da muhteşem insanlar var.

Bunu sanırım hak etmemin bir sebebi de bütün Norveçi altımda bir arabayla geziyor gibi hızla geçmem oldu. Joachim o konuda haklıydı. Yaklaşık on dört günde, dünyanın otostopta en zor ülkelerinden olduğu söylenen Norveç’te çok uzun bir yol gitmiştim. Daha sonra da İzlanda’yı aynı hızla gittim, ama bunu sonra anlatacağım.

Tabi ki isimler, fotoğraflar, yaptıklarımız ya da kazandığımızı sandığımız şeyler küçük bir anda berrak biçimde yaşanılan bir mutluluktan daha önemli ya da büyük değil. Mutlak özgürlük gerektiğinde kendi isimlerimizi dahi reddedebilmemizle mümkün. Bize yakıştırılanlar değil, bizim nelerde kendimizi bulduğumuz önemli olan.

Birkaç hikaye daha anlatayım.

Norveç tarihinin en köklü fotoğrafçı ailesinden kalan son fotoğrafçı bir adam beni arabasına aldı bir gün. Kuşaklar boyu fotoğrafçılıklarını anlattı. İskandinavya’nın yüzyıllara yayılan fotoğraf geçmişinden konuştuk.

Trondheim’de bana verilen bisikletle bütün şehri gezip, eski bir norveç kafesinde birkaç parti satranç oynadık tatlı bir kadınla. Köprülerde bisikletle akrobatik hareketler yapıp gülen Norveçli çocuklarla Harry Potter üzerine konuştuk.

Troltunga tımanışından sonra karlara batıp günlerce kurumayan ayakkabımı üfleyerek kurutmaya çalıştım geceleri, sandaletle karlı dağlara tırmandım o günlerde.

Dünyanın en güzel fiyortlarını, en yüce dağlarını, en güzel manzalarını gördüm. Açtım, çoğu zaman yorgundum ama bir deli ne kadar çılgınca mutluysa o kadar mutluydum.

Burada anlatmadığım, hiçbir canlının ve yapının olmadığı zaman zaman gün içinde yağmurdan korunmak için çadır kurduğum yerlerde doğanın en dibinde tek başına sayısız gün kalarak müthiş deneyimler biriktirdim.

Günlerce yağmur yağdı. Beklediğim gibi güneşli günler çok az sayıdaydı. Yağmurluk olmadan, sırılsıklam ıslanarak ve çadır kuracak yer ararken otobanlarda veya kasabalarda bazen kahkaha atıyordum bazen havaya küfrediyordum.

Buzul göllerini izleyerek konserve yedim. Binlerce metre yükseklikte, dağların tepelerinde şarkılar söyledim.

Avrupa’nın resmi olarak en yüksek fiyort gözlem yerine tırmandım. Buz gibi soğuktu tabi. Ama inanılmazdı.

Batı sahil şeridinde bir gün  Antartika’ya giden uzun bir yelkenliye işçi olarak girip Norveç’ten ayrılmak üzereydim, son anda benden az da olsa para istedikleri için vazgeçtim.

Hayatımda gördüğüm en güzel gökkuşaklarını gördüm, en güzel şelaleri gördüğümü düşünüyordum ama İzlanda’ya gidince buranın yerini İzlanda aldı.

Şelalerin suyuyla sırılsıklam ıslandığım günler oldu.

Trolltunga’da ölüm ve yaşam arasında zor dakikaların içinde –soğuktan dolayı- o an ürettiğim çok acayip çözümlerle hayatta kaldım. Beni bulursanız anlatacağım şeylerden bu da.

İngilizce bilmeyen Rockstar Norveçli’yle otostopta sanırım en eğlenceli ve en güzel müzikli yolculuğu geçirdim.

Norveçli çocuklarla sayısız diyaloğa girdim. Hayatımda gördüğüm en eğlenceli çocuklardı.

Amerikalı bir adamla Lofoten’de Fransızlarla Fransızca konuşmaya çalışıp onları Fransız olduğumuza ölümüne inandırmaya çalıştık. Tabi ki inanmadılar.

Yine Lofoten’de Polonyalı bir ressamla uzun süre muhabbet edip, onların tarihte Türkleri nasıl öldürdüklerini dinledim. Sonra oradan koşarak uzaklaştım tabi ki.

Ankaralı bir adamla ilgili hikaye var ama onu çoktan anlattım.

On günden sonra yerlileştiğimi hissettim, soğukta bir yerli gibi düşünüp gün içinde bir Kuzeyli gibi fikir yürüttüğümü. Bu en garip olaylardan biriydi.

Türkiye’de neler olup bittiği hakkında hiçbir fikrim olmadığı için en az yirmi beş arabada insanlar Türkiye’deki gelişmeleri bana haber kanalı gibi anlattılar.

‘Is there anybody out there?’ Benim dağ ve şelale sloganımdı. Dağlarda canım sıkıldıkça bu cümleyi bağırıp duruyordum. Kimse yoktu ve bu durumda söylenecek şeyi hepiniz bilirsiniz. ‘I guess no!’

O kadar çok hikaye var ki, hepsini bir yazı için hatırlamam mümkün değil. Bir gün her birinize tek tek bütün hikayelerimi anlatabilmeyi dilerim.

En çok zorlandığım anlar, üç günde sadece tek bir ton balığı konservesi yediğim dönem; çok sert yağmurlarda çadır kuracak yer bulamayıp kilometrelerce yürüdüğüm otobanların olduğu günler, günlerce duş almadığım dönem.

  1. Bölüm

Norveç’te otostop mümkündür. Aksini söyleneyenlere inanmayınız. Sadece biraz zordur. Ben giderken herkes tersini anlatıp beni vazgeçirmeye çalışıyordu. Vazgeçmeye gerek yok. Sadece tecrübeli olup böyle bir işe kalkışmakta fayda var. Hiç tecrübesiz de gitmeyin. Her yere otostopla gidebilirsiniz sadece bazı yollarda araç sayısı gerçekten az oluyor.

Vahşi doğada zehirli bir yılandan başka tehlikeli bir şey görmedim. Ayılar çok nadir görülüyor.

Bütün yolların sonunda geriye baktığım zaman, hayatımın en güzel hikayelerini yaratmanın mutluluğuyla dolu buluyorum kendimi. Kendimi fazla büyümüş ve olgunlaşmış, değişmiş buluyorum.

 

Nereye gittiğimiz, kaç ülke gördüğümüz, nasıl büyük yerlerde bulunduğumuz önemli değil, gittiğimiz yerlerde ne bulduğumuzdur önemli olan. Ve görmek değil, köküne kadar yaşamaktır değerli olan.

Fotoğraflar: İçinde olduğum fotoğrafları koymaya çalıştım, doğanın olduğu elimde muhteşem fotoğraflar var ama dışarıdan bir hikaye gibi takip edebilin diye fotoğrafla anlatmaya çalıştım bir de hikayeyi.

Artık Norveç elçisi olurum ya da olmam bilinmez ama yardıma ihtiyacınız olduğunda ben buralarda  ya da yolda ama her zaman yardım etmeye hazır olacağım.

Seviyorum sizi dostlarım.

Bu benim Kuzey hikayemin ilk bölümüdür. İkinci bölümünde görüşmek üzere.

Kuzeyden Kuzeyli Doğuş Kökarttı’nın selamı getirdim size ya da onların söylediği gibi Superhitchhiker’ın!

Yodelayihu!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir